La Corda De Promo

15 Ocak 2019 Salı

İtiraf ve Hatırlatma, Nazım'ı anarak

 
Kendimi okuyorum.

Ve şunu gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, bunun tadına vardığınızda göreceksiniz, en sevdiğiniz kitap kendiniz olacak.
Kendinizi okumaya başladığınızda doğayı,yaşamayı ve daha nicelerini de okuyor olacaksınız. Bu bir zincir, hiç bir halkası tek başına bir şey ifade etmeyen.
Denediniz mi bilmiyorum, ben denedim, hala deniyorum. Neyi? Kendinize üçüncü göz olmayı. Kendinizden çıkıp kendinizi seyre dalmayı. Kendinize hakim olmayı. Hakim derken hem kendinize hükmeden hem de yargılayan olmayı kastediyorum. Başkalarına bu fırsatı hep verdik. Onların bizi yönlendirmesini, bazen doğrularımıza yanlışlarımıza hep o başkalarını şahit olmasını izledik. Yargılandık. Asıldık.Kesildik. İtiraf edelim çoğu zaman yargılandığımızda aslında bu hoşumuza gitmedi. Çünkü kendimize söyleyemediklerimizi başkalarının ağzından duyduk. Peki başkaları sayesinde hep doğru kapıları mı çaldık? Kapıyı açan beklediğimiz kişiler, içeri girdiğimizde yaşadıklarımız hep güzel şeyler mi oldu? Bunun cevabı bazılarınız için evet olabilir, eğer hep başkaları sayesinde doğru kapıları çaldıysanız, size tavsiyem hayatınızda bir kere olsun kendi iradenizle bir kapı çalmanız olacaktır.
Söylemek istediğim şu ki, eğer "Bu hayat benim" diyorsanız bu hayat gerçekten sizin olmalı. Doğrusuyla, yanlışıyla. Tüm eksiklerinizi kucaklayabilmelisiniz. Aslında her birimiz birer koleksiyoneriz. Anılar biriktiriyoruz hiç durmadan, her gün her saat. İstemez misiniz altında sizin imzanız olsun?
Bu yazıyı yazarken itiraz sesleri duyuyorum "Bencil mi olalım yani?
Kendinizi keşfetmeye başladığınızda zaten bencil olamayacaksınız. Bencil insan, kendisinin farkında olmayan insandır. Biz farkında olalım. Sevdiklerimizin, yanlışlarımızın, doğrularımızın farkında olalım. Kendimizi ilk biz eleştirelim. Ve kendimizi ilk biz takdir edelim. Kendimizle yaşama sanatını icra edelim. Çünkü başkalarıyla yaşayabilmek için evvela kendimizle yaşamayı, kendimizle başbaşa kalmayı öğrenmemiz , öğrenmekten ziyade bunun tadına varmamız gerekiyor.

Kendimi tanımaya çalıştığımı düşündüğüm zamanlarda (-di'li geçmiş) sevdiğim şarkıları, keşfettiklerimi, bana özel olsun istediğim hiç bir şeyi başkasıyla paylaşmak istemezdim. Onlar benim sığındığım liman gibiydi. Ve kendi içimde öyle bir anlam atfediyordum ki o şeyin başkasını da mutlu edebileceği, ya da başkasının da yarasını iyileştirebileceği fikri beni adını koyamadığım ama pek de iyi hissettirmeyen değişik bir duyguya itiyordu. Ve ben hep bu duygumla imtihan oldum.
Sonra sahiden kendimi okumaya başladığımda gördüm ki, aslında ben bu insan değilim, olmamalıyım. Bu insan olmamak zaten toplumsal yaşamın bir gereğiydi. Ben öğrendiğim o bilgiyi, keşfettiğim o yerleri, dinlediğim o şarkıları birileriyle paylaştığımda bu hayatta yaşıyor olmanın gereğini yapıyor olacaktım.Yaşıyor olmanın bir anlamı olacaktı.  Çünkü mezara gidecek olan bizleriz, ve biz gittiğimizde her şey bitecek. Geride güzel şeyler bırakmalıyız. Keşfettiklerimiz başkalarının da keşfi olmalı. Tıpkı çok severek giydiğin bir kıyafeti başkasının da üstünde görmekten keyif almak gibi. Sen de başka, onda başka duracak bir şey, seni üzmemeli. O yüzden diyorum ki, kendimizi tanımaya başladığımızda bencil olamayız. Olabilen varsa henüz hala kendini tanımaya başlamamıştır.

Uzun bir süredir kendime şunu tekrarlıyorum;
-Bu hayatın son gününde olduğunu hissettiğinde "Hayatımı hep başkaları için yaşadım, şunun yüzünden şu hatayı yaptım keşke onu dinlemeseydim vs" cümleleri mi çıkmalı ağzından yoksa "Ben kendi kararlarımla, kendi hatalarımla, kendi irademle bu hayatı yaşadım ve yaptığım hiç bir şeyden pişman değilim" cümlesi mi?
Elbette hepimizin isteği aynı, biliyorum. Eğer ikinci cümlede hem fikirsek, iyilikler bile karşılık beklemeksizin yapılacaktır. Sadece kendinizi iyi hissetmek için. İnsan olmak için. Şöyle düşünelim, ihtiyacı olan birine ya da bir dilenciye  yardım yaparken karşılık beklemeyiz. Fakat birine yardım etmek, bize kendimizi iyi hissettirir. Aslında yaşam bu kadar basit. Dilencilerin sahtekar olduğunu bile bile ona yardım ederiz hatta bazen. Çünkü bu "Ben insaniyetimi kaybetmedim" diyebilmektir bizim için.

İnsanın toplumsal yanına da dem vurduktan sonra psikolojik bir varlık olduğunu katiyen atlamadan diyeceğim o ki, "Bir gün misafirim gelirse bununla servis ederim", " Bunu ben istiyordum ama arkadaşıma alayım" dediğiniz her şeyi kendiniz için yapın. Sakladığınız kupalarda tabaklarda kendi doğru ve yanlışlarınızı servis edin kendinize. Kullanmaya kıyamadığınız defterleri karalamaktan, onlara çirkin yazı yazmaktan çekinmeyin.
Gün öyle hızlı dönüyor ki. Kavgalarla, boşluklarla zaman yavaşlamıyor. Aksine geçmekte olan anlamsız geçiyor.

 Oysa ne demişti Nazım;
"Yaşamak şakaya gelmez."

Evvela kendinizi okuyun. Görün ki, insanlarda eleştirdiğiniz bir çok şey kendi içinizde, doğanızda.
Kendinizi okuyun ki, geçmişte yaşananları, gelecekte yaşanacak olanları anlamlandırın.

Şahsen ben öyle yapmaya çabalıyorum.  

13 Ağustos 2018 Pazartesi

Bir Sefer

 
Yol, yolcu olduğunun farkında olursan şayet, seni gideceğin yere götürür. Yolcu olmak; hızını önündekine göre ayarlamak fakat an geldiğinde onu geçebileceğini de bilmek. Bazen yavaşlaman hatta durabilmen gerektiğinin bilincinde olmak.
Keyifli bir yolculuk sürmek istiyorsan, yoldan ayrılmadan yanından geçtiğin tüm güzellikleri seyretmek, göğsünü doyasıya doldurmak çam ve iğde kokusuyla.
 Belli zamanlarda yoluna eş olmak isteyenler çıkacağını bilmek ve yoldaşını iyi seçip, seçtiğini kabul edebilmek, kabul edemediğini vasıtandan indirebilmen gerektiğini bilmek.
Yol ayrımlarında yönünü niyetinle, kalbinle belirlemek. Ve gittiğin yolun hakkını verebilmek. 
En önemlisi yolda herşeye hazırlıklı , herşeyin farkında olmak. Elinde olmayan sebeplerle yaşananların içinde hayr arayıp yola devam edebilme cesaretini gösterebilmektir. 
Yol bir cesaret işidir zirâ. 
Yol, bir imtihandır. 
Nefsinin, sabrının, sebatının imtihanıdır.
Yoldaşımız evvela kendimiz.
Aslına bakarsan, yol da biz, yolcu da biz.
Herkese, iyi yolculuklar.
Dilerim,
Yolunuz su gibi ,
Yolunu bularak aksın. 

İz

 
Yürürken kumların üzerinde, ardında bıraktığın ayak izlerini gelip sildiği için, kızamazsın bir dalgaya. Bilirsin ki denizden beklenen budur. Ve yine kumsal da bilir ki, izi kalmaz gidenin, fakat ayağı değer gelenin. Deniz alır kumsaldan , verir yenisini tanelerin.
Düzen bu.
Şiddetli ya da sakin.
Aksamadan işler.
Sen ise, usulca geçip gidersin....

Anlayarak, kabul ederek.
Ne ilksin,
O gün gelene dek,
Ne de son olacaksın.
Yalnızca bir anısın, kumsal için.
Yalnızca bir an, senin için.
Saatlere değin.
İşte, yaşam bu.
Hatırasısın birilerinin.
Yaşam, hiç unutmayacağın bir hatıran senin.

4 Mayıs 2018 Cuma

Ceviz Ağacı


 
 
 
Bir ceviz ağacı bahçesine benzetilebilir dünya.
 Ağaçta olmayı,olgunlaşmayı belki toplanmayı bekleyen birer ceviz,insanlar. Kabuğunun içi gizli, kapaklı, ayrı bi’dünya. Dışardan bakınca içini dolu dolu hayal ettiğin fakat bazen açmaya ne hacet! Henüz açmadan anladığın içi tıngır mıngır. 
Lâkin, olgunlaşmış cevize de aldanma. Evvelâ bi’ salla çok ses çıkarıyorsa öylece bırak. İyi tanımak istiyorsan şayet, aç da gör dünyası kaç bucak.
 E sen de haklısın, bazısı da vardır ki ses çıkarmaz, içi de dolu. Hele bi tadına varmaya geldi mi, acı. İşte bu da senin imtihanın sevgili beşer. O vakit say bakalım dünya kaç bucak? Ne demiş Gazali;
“Ceviz kabuğunu kırıp özüne inmeyen cevizin hepsini kabuk zanneder.”
 Sevgiler.

19 Nisan 2018 Perşembe

Yeniden Merhaba Gökyüzüm




Buraya uğramayalı seneler oldu. Yazmaya küsmüştüm. Ve dahi kendime.
Çünkü seneler, kendimi bu adımı atmaya ikna etmeye çalışırken, gün batımlarına eş oldu.
Geçen zamanda çok şey değişti, ben değiştim, hayatım değişti.
Çok izledim, az konuştum ve yazmadım.
Çok biriktim. Şimdi önümde anılarım,tecrübelerim,gözlemlerim yığılı, nereden başlasam diye düşünüyorum. Önce hangisini anlatsam sizlere.
Çok okudum. Okudukça, sadeleştim. Okudukça, kendime yaklaştım.
İnsan benliğine dalınca, karaya çıkması zaman alıyor sevgili okur.
Çok sustum. Konuşmanın her zaman işe yaramadığını gördüm ve sustum. Fakat asla kendime susmadım. Kendime hep konuştum.
Çok düştüm. Bazen ayağım takıldı endişelerime. Bazense itildim. Her düştüğümde dizlerim kanadı,siz görmediniz. Temiz kıyafetlerimin ardında bedenim yara bereydi, yaralarımı yine kendime sakladım.
Ve çok ayağa kalktım. Her defasında tek başıma. Düşerken seni izleyenler, elinden tutmuyor sevgili okur.
Çok yürüdüm. Varmak istediğim kente halâ henüz varamasam da, durmadım. Nefes molaları verdim kendime, ihtiyacım olan bolca oksijendi. Yol aldım.
Çok ektim. Önce kendimi nadasa bıraktım. Tarlam boş gibiydi, fakat fidelerimi görünce inanın ben bile şaşırdım. Şimdi toprağa değdim. Bir bir ekmeye başlayacağım. Ve ömrüm yeterse eğer, ektiğim fideler ağaç olduğunda, yaslayıp sırtımı geçmişime, şöyle şekersiz bir çay içeceğim, frambuazlı pasta eşliğinde. Çayı şekersiz içmeye başladım. Lâkin bazı şeyler halâ değişmemiş demek; en sevdiğim pasta halen frambuazlı olan.
Çok yoruldum. Çok yoruluyorum ve biliyorum yorulacağım. Ama ben başucumda dinlenmeyi seviyorum.
Çok kırıldım. İzleri silinmez ama kendi kendimi iyileştirmeyi öyle güzel öğrendim ki. Kırıldığım parçamı bulup yerine yapıştırdım her defasında. Bütün olabilmeyi öğrendim. Eksiklerimi aradım hiç üşenmeden. Bunu kendim için yaptım. Gökyüzüne bakacak  yüzüm olsun diye.
Çok mutlu oldum. Birinin hayatına ortak oldum. Eş oldum, eşim oldu. Birine hayat verilmesine vesile oldum. Anne oldum. Onunla birlikte her gün yeniden doğdum. O bana, ben ona öğrettim. Sabretmenin lütfuna erdim. Bugüne kadar hep olumsuzluklara sabredilir gibi geliyordu. Yanıldığımı gördüm.
Çok sevdim. Bir insanı, bir çiçeği, bir içeceği ve dünyayı.
Çok sevildim. Türlü türlü. Sevilmenin çeşitlerini yaşadım. Başka sıfatlarla.
Yaşadım. Yaşıyorum. Sizler kadar belki ya da ben kadar. Bilemiyorum. Fakat artık;
 yazıyorum.

2 Mart 2014 Pazar

(G)izlemek

 

  Yan masada oturan iki kız vardı. Bense tam çaprazlarında yazarlık üzerine kitap okumaya çalışıyordum. Zaman zaman, istemeden diyerek kendimi aklamaktansa dürüst davranmayı seçerek isteyerek kulak misafiri oluyordum. Oldum olası insanları izlemeyi sevmişimdir.
   Birisi bilgisayarda tasarım yaparken diğeri not geçiriyordu. Arada laklak yapmaksa bunu güzelleştirendir elbette. Yanlarına bir çift uğradı. Nereden tanıştıklarını anlayamadım fakat not geçiren kız, fazla samimiyetle "Selaaam" demeyi tercih ettiğine göre, 'Demekki oldukça samimiler' diye geçirdim içimden. Yalnızca üç dakika sonrasıydı yanıldığımı anladığım zaman. Çift masadan ayrılmıştı mazeret bildirerek. Not geçiren kız "Peki öyleyse hadi görüşürüüüzzz" demişti ağız dolusu gülümsemeyle arkasına dönerek. Sonra başını masaya çevirirken, çift üzerine alaycı hatta öyle ki aklından geçenleri doğrudan yüzüne yansıtan bir gülümseme attı ve arkadaşının da aynı ifadeye sahip olmasını dileyerek ona baktı.
   Hep böyle midir gerçekten?
   Samimiyetler üç dakikalık mıdır?
   Masadan kalkanların aklı, masada bıraktıklarında mı kalmalı ?
   Peki hangisine daha çok üzülmeli? Masadan kalkana mı, yoksa takıntığı maskeyle gurur duyan, masaya ilk oturana mı?
   Masaya sonradan gelmek sahiden bu ifadeyle uğurlanmayı mı gerektirir?

19 Şubat 2014 Çarşamba

Ayna Ayna !

 

   Türk Dil Kurumu'nca masal : "Genellikle halkın yarattığı, hayale dayanan, çoğunlukla insanlar, hayvanlar ile cadı, cin, dev, peri vb. varlıkların başından geçen olağanüstü olayları anlatan edebî tür " şeklinde tanımlanır. Ben bu tanımı biraz sorguluyorum doğrusu. Bir hayale dayandığı ve olağanüstü olduğu konusunda endişelerim var. İçinde "Ayna ayna söyle bana var mı benden güzeli bu dünyada?" cümlesi geçen bir masal ne kadar ütopik olarak tanımlanabilir ki? Masalın bize öğretilen tanımı "Olması mümkün olmayan" dı. Mümkündü. Yok muydu etrafımızda aynaya bakınca kendi kusurlarına göz kapayan? "Bana masal anlatma ya" cümlesi neden hep inanmak ya da duymak istemediklerimizi anlatır öyleyse? 
   Hepimizin başının üzerinde bir baloncuk var, içi bize dair bir kurmaca içeren. Aklımızda bir 'ben' var ve onu olmaya çalıştıkça bocalıyoruz sanki. Hepimizin aynası ruhen bizi 90-60-90 gösteren cinsten. Okurken üzerinize alınmak istemeyeceksiniz belki. Fakat ben yazarken üzerime alınarak yazıyorum. Bir kesim var, "Ben eleştiriye açık bir insanım, eleştirilmek isterim" cümlesi diline pelesenk. Oysa iş ciddiye bindiğinde, bir hatasını kendisiyle paylaştığında karşılığında günümüz ifadesiyle bir 'trip' alıyorsun. Sonra "Aman Ali Rıza Bey" moduna giriyor insan. Bir tahammül başlıyor. Fakat şu bir gerçek ki, her tahammül, içerisinde tahammülsüzlük barındırır.
   Herkes kendi kapısının önünü temizlese mantığı gibi, herkes ruhunu da temizlese keşke. 
   Bizim insanımız "Belki senin kağıt paran dönüp dolaşıp benim cebime girmiştir" cümlesine inandığı kadar, insan etkileşiminin ruhu ne denli etkilediğini, bir fikrin dönüp dolaşıp bize nasıl ulaştığına inanmamıştır. İşin kötüsü de, herkesin bir başkası için bu cümleleri kurması. Ne acı. Herkesin bir 'öteki'si var. Üzgünüm ama dünya gitgide yaşanılırlığını yitiriyor. Sayemizde. Ne demiş Sezen, "Aslına bakarsan insan olarak iyiyiz" Belki de bu cümledeki eksiklik hissini bulmalıyız.
   Eğer sizin için masal buysa, ben de bir masal yazarıyım evet.
   Şimdi,
   Bana bir masal anlat baba. İçinde gerçeklik olsun. 

17 Ocak 2014 Cuma

Nokta-lama.

                                   
 
                                        "Lütfen noktalama işaretlerine dikkat ediniz" 
    Noktalama işaretleri bazen kelimelerden fazlasıdır. Doğrudan değil, dolaylı anlatımdır. Cümlelerin mimikleridir esasen.  İmlâ kurallarının genel geçer olmasına itirazım var. Noktalama işaretleri, karakteristiklerdir. Hangi cümle içinde kullanıldığı, kullananın karakterini yansıtır. Onları doğru yere koymak, senin sanatındır. Özgün olmalıdır. 
    Yazılarımda araya işaretler gizlerim. Onlar benim vurgularımdır. Ses tonumdaki dalgalanmaların simgeleridir. Hâl böyleyse, kim karışır hangi işareti nereye koyacağıma? "Huzur isyanda" demiyorum, kişiliğimi yansıtan yazılar yazmak istiyorum. Her şeyiyle, hislerimle doldurduğum cümlelerimi kurallarla köreltmek istemiyorum. 
    Önceleri, kitap okurken, bazı yazarların cümle başındaki harfleri küçük yazmasını yadırgardım. 'Koskoca yazar olmuş, geldiği hâle bak' diye hayıflanırdım. Ah! Sevgili yazarlar, şimdi yazarlığa soyunan birisi olarak af dilesem kabul olur mu? Yaşamadan, hissetmeden yargılamak ne kolay bizler için. Oysa şimdi anlıyorum, küçük harfle başlamak, O'nun yazılarının kişiliğiydi. Kim bilir belki önceki cümleye hakikaten nokta koymamıştı, bitirememişti. Belki kopamamıştı o sayfadan, yeni bir sayfa açamamıştı.
    Yazar bi' nevi,  laf yerindeyse yaratıcıdır. Tanrı gibi değil elbette, ama kendisine verilenlerle yeni bir şey ortaya çıkaran, ona imzasını atandır. Yazıların altına imza atmak, bu nedenle önemlidir. O senindir, senin maneviyatın, senin karakterin, seni farklı kılan her şeydir o yazı.  Şarkı söylemek gibidir, noktalama işaretleri senin o şarkıdaki yorumundur. 
    Her cümle bir sahne ise, imlâ kuralları, yazarın kuklalarıdır. İpleri kesmeyiniz. 

9 Ocak 2014 Perşembe

Bir insan geçti dünyadan.

 

  Bi' insanı yalnız bir gün anmak hep yavan gelmiştir bana. Eskiden doğum günlerine çok anlam yüklerdim. Oysa ne saçma. Yo! Bittabi özel. Lâkin tüm sene içinizde tutup söylemediğiniz cümleleri o güne saklamak bi' tuhaf sanki. 
'Seni çok seviyorum' cümlesini ya da 'İyi ki varsın' cümlesini en çok o gün duymuşumdur. Sanki yalnız o gün seviliyormuşum gibi. Sözüm meclisten içeri hanımlar beyler. Bir insana sevildiğini hissettirmek için tüm sene gelecek olan bir günü beklemenin lüzumu nedir? Ben sevdiğini söylemenin gerekliliğine inananlardanım belki de. Küçükken annem ile babama yeterince söyleyemediğim içindir belki. Ancak mektuplarda konuşanlardandım. Şimdiyse her fırsatta.. Sevdiğini söyleyince şımarır der kimileri. Sen şımarmaz mısın derim ben de? Sevilmek, sevmek. Dünyanın en güzel hisleridir. 
    Bugün Cemal Süreyya'nın vefatının yıl dönümü. Aslında halâ yaşadığının kanıtı. (Süreyya yazdım farkındalıkla soyadına. Sevenler, tanıyanlar iyi bilir ki aslı budur.) Araya bir not sıkıştırmak isterim, ben bi' insanı bir gün anımsayanlardan değilim. Tutkulu bir şiirsever olarak satırlarıma onun cümleleriyle devam etmek istiyorum izninizle ; 

                                     "Yaşayanlar unutmuştu bizi,
                                                         Biz öldüğümüzle kalmıştık" 

    Yaşayanlar, yaşayanları da unutmamış mıydı? (Yazar burada farkında olmadan dalmıştır). Tam burada susmak geliyor içimden. Belki, gözlerim dolduğu içindir. Yaşarken sevmeye, affetmeye, anlayışlı olmaya çalışmadığı insan için kara günde yaş dökenleri ömrü hayatımca anlayamayacağım sanırım. 
Benim de selamımı eksik ettiklerim var elbet. Sanmayın ki bu kadın bir peri. O la la!
    İnsanım ben de yahu. Kırgınlıklarım,sustuklarım var elbet. Kimi zaman vefalıyım kimi zaman vefasız. Kimi zaman haklı kimi zaman hak-sız. Ama bi' vicdanım var. İçimi kemirdiğinde hiç düşünmeden ardından koşan gururum var. Kimileri buna gurursuzluk der. Ben demeyeceğim. Her an uzatmaya meyilli ellerim var. Neden uzatan sen değilsin diyen bi' kalbim var. Görmeye lüzumsuz, konuşan gözlerim var. 
Ve sevgili 'insanlar' :
Hepimizin her şey için bi' sebebi var. Mesken edindiğimiz.
Yaşayanlar da unutuluyordu. İncir çekirdekleriyle.
Vesselâm.

25 Aralık 2013 Çarşamba

Eski(si)z

 

    Arka fona bir müzik koy. Sorumluluklarını rafa kaldır. Yalnızca harfler kalsın yanında. Seçici olma, yazmaya başla, öylesine, spontane.
    Hazırsan başlayalım iç ses ? 
    Kayıt!  
    Bir kaç gün önce, ara verdiğim düşünme seansına devam ettim. Bir arkadaşımın aldığı karardı vesile olan. Önce imrendim, takdir ettim. Ama yok, ben uygulayamazmışım o kararı. Öyle söylemişti iç ses. Uzunca bir süre tartıştık kendisiyle. "Neden" dedim? "Neden yapamazmışım?" "Öyle biri değilsin" dedi. Laf! Nasıl biriyim ben? Böyle doğmadım ya dünyaya ?! Elbet bu hâle zamanla geldim.
    Baş başa kaldığımız dar vakitlerde epey düşündük, uzlaştık: 
                                                            
    Hayatımıza iniş yapan her istasyon insanı yükleriyle birlikte geliyor. Kimi zaman ayıp olmasınlarla 'Yoldan geldin yorgunsundur' deyip alıveriyoruz yüklerini ellerinden. Zamanla bi' bakıyorsun, hayatındaki her insan kamburunun bir parçası olmuş. Öğrenilmiş çaresizlik tam da bu zannımca. Bu kamburla yaşamayı öğreniyorsun. "Neden" sorusunun cevabıysa üç nokta.
                                                           
    Yıllardır yapamadığım bir şey vardı. Haklıydı iç ses. Ben gittiğim her yere, geçmişimi de götürmüştüm. Yeni hiç bir şeyim olmamıştı benim. Her yenide , eskiden bir parça saklıydı. Bir anı, bir yolcu, bir şeyler... Hatta öyle vakitler geldi ki eskiyi yenilemeye çabalamıştım. Olmadı. Olmayacak. Çünkü mutluluğunu bir kez burkan hiç bir şey, seni mutlu etmeye yetmeyecek. Eskiden olsa bu cümleleri kurabilir miydim? 
    Değişiyorum. Büyüyorum. Çocukken hemencecik büyümek isteyen ben, şimdi bu büyüme evresini sindirerek yaşamayı öyle seviyorum ki. Değiştiğimi hissettiğim her an, bir şükür konduruyorum gökyüzüne. Ya yerinde sayanlardan olsaydım? 
   Ben değişirken, hayatımdakilerin aynı kalması fikri kabullenilemez olmaya başladı son zamanlarda. Üstelik seni defalarca,  raflara kaldırdığın hatta belki hatırlamamak uğruna yırtıp attığın sayfalara götürüyorlarsa. Tam bir adım atacakken tutup kolundan kendisini hatırlatan yüzler hayatının neresinde olmalı ? Olmamalı. 
   Tam da bu nedenle; 
    Yeni yıllar, yeni yollar, yeni yüzler, yeni bir ben..Eski yok artık. Eskiye ait hiç kimse, hiç bir anı. Çıkacağım yolculukta yan koltuğum boş olsun istiyorum. Her an yeni biri oturabilirmişçesine hazır ve nazır. 

   Vesile olan' a sevgiyle..
   Arkadaşlar güzeldir, lâkin kamburlar arkadaş değildir.